16 Mart 2010 Salı

Gönüllü Hapis Hayatı


İş saatleri içinde işyerinde olmalıyız. İşyerinde olmamamız için haklı bir nedenimiz olmalı ve bu nedeni mutlaka müdürümüze veya yöneticimize bildirmeliyiz. Yani para kazanmak için iş hayatında gönüllü mahpusluğu kabul etmeliyiz. Ancak akşam eve gittiğimizde de bu sefer gönüllü mahpusluk evde başlıyor. Kimi zaman yorgunluktan, kimi zaman konfordan, kimi zaman alışkanlıktan, kimi zaman sorumluluklardan, her ne nedenle olursa olsun, isteyerek ve tamamen kendi irademizle çoğu zaman evde olmayı tercih ediyoruz. O zaman, içinde bulunduğumuz bu yaşam bizi sürekli gönüllü hapis hayatına doğru mu itiyor? Peki bu kısır döngü nasıl kırılacak ? İçimizde var olduğuna inadığım o özgürlük ihtiyacı nasıl karşılanacak ? İnternetteki sosyal iletişim ağlarının bu kadar popüler olmasının, internetin sunduğu imkanlarla istediğin her yere, her kişiye veya bilgiye sanal da olsa ulaşmanın bu kadar yaygın olmasının bu ihtiyaçla bir ilgisi var mı ? Yoksa bu da yeni bir gönüllü tutsaklık mı? Sizce ayağımızdaki (veya beynimizdeki) zincirlerin ve içinde bulunduğumuz zindanın anahtarları nerede? Anahtarların yerini bilen var mı ?

6 Şubat 2010 Cumartesi

Her seçim bir kaybediştir.


"Her seçim bir kaybediştir". "Her tercih bir vazgeçiştir". Yaşamımızda sürekli irili ufaklı seçimler yapıyoruz. Seçtiklerimizle kaybettiğimiz seçmediklerimizdir. Basket oynamayı tercih ederek; evde güzel bir film izlemekten vazgeçiyorum. Evde film izlemeyi tercih ederek; bir rock barda güzel bir gurubun canlı performansını izlerken içeçeğim biradan vazgeçiyorum. Barda eğlenmeyi tercih ederek; sevgilimle deli gibi sevişmekten vazgeçiyorum. Sevgilimle sevişmeyi tercih ederek, o akşam oynanan güzel bir tiyatro oyunundan vazgeçmiş oluyorum. Mühendis olmayı tercih ederek; bilim adamı veya gazeteci olmaktan vazgeçiyorum. Evlenerek bekarlığın özgürlüğünden vazgeçiyorum. Çocuk sahibi olarak, eşimle özgürce gezip tozmaktan vazgeçiyorum. Hepimiz kendi yaşamlarımızdan binlerce örnek verebiliriz. Kendi kişiliğimize, içinde bulunduğumuz şartlara ve o andaki ruh halimize göre kararlar vermeye çalışıyoruz. Hepimiz zaman zaman tercihlerimizi masaya yatırıp "İstediğim yaşam bu mu ?" diye kendimize sorarız. Çünkü sadece tercihlerimizi değiştirerek birbirinden farklı binlerce değişik yaşamlara sahip olabiliriz. Yaşayabileceğimiz binlerce farklı yaşam var yani. Ve biz sadece birini tercih etmek zorundayız sanki. Peki hangisini istiyoruz biz ? Gerçekten en çok istediğimiz yaşam, şu an içinde olduğumuz mu? Hangi ukteleri biriktiriyoruz içimizde?

15 Ocak 2010 Cuma

DÖVÜŞ KULÜBÜ (FIGHT CLUB)



Yıllar önce yazdığım bir yazı:
-----------------------------

Kaliteli bir filmi ikinci ve hatta üçüncü izleyişimde bile büyük keyif alırım.
Bir filmi kaliteli yapan tüm parametreler bu filmde çok güzel birleşmiş. Senaryo, Chuck Palahniuk’un “Dövüş Kulübü” (Fight Club) adlı o enfes kitabından uyarlanmış. Chuck Palahniuk’un diğer kitapları da ( Gösteri Peygamberi ; Görünmez Canavarlar ; Tıkanma ; Günce ) Türkiye’de Ayrıntı yayınları tarafından dilimize çevrilip, basılmıştır. Hepsini tavisye ederim. Dövüş Kulübünden sonra en çok beğendiğim kitabı “Gösteri Peygamberi” oldu. Oyunculuklar harika. Edward Norton, Brad Pitt ve Helena Bonham Carter, üçü de karakterlerini gerçekten çok güzel canlandırıyor. Sert müzik ve zaman zaman kısık ve karanlık ışıklar da filmin havasına çok uygun bence. Tabi tüm bunları bir araya getiren ve bu filmle hepimizin gönlünde taht kuran, bu başyapıtı yaratan yönetmen, David Fincher. Çektiği hiçbir fim belli bir kalitenin altına düşmemiştir.
“Seven”, “The Game”, “Panic Room” gibi filmlerin de yönetmeni olan genç yönetmenin gelecekte çekeceği güzel filmeleri de sabırsızlıkla bekliyorum.

David Fincher’in yönettiği bu filmi üçüncü izleyişimden sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Tavsiyem siz de en az iki kez izleyin. Ama filmi henüz izlemediyseniz aşağıdaki yazıyı sakın okumayın çünkü en çarpıcı kısımlarını da açıklıyorum.

Film Edward Norton’un oynadığı bir karakteri (Jack) bize tanıtarak başlıyor. Bu kişi özel bir sigorta şirketinde, iyi bir kariyeri, iyi bir maaşı olan biri. Kendisine ait lüks bir evi, evinin içinde lüks markalı mobilyaları ve eşyaları var. “Eskiden porno dergilere bakmaktan haz alırdık, şimdi ev dekorasyon dergilerine bakmaktan haz alıyoruz.” diye anlatan bu kişi, aslında alışveriş yapmaktan mastürbasyon yapar gibi nasıl zevk aldığımızı anlatıyor. Bakmakta olduğu dekorasyon dergilerindeki ürünlere zoom yapılır ve tüm bu mobilyalar ve eşyalar, yanlarında yazan özellikleri ve fiyatı ile birlikte, güzel bir kamera oyunuyla dergiden çıkıp hızla evin içine yerleşmeye başlıyorlar.

Jack (Edward Norton) işinden sıkılıyor. İçinde bulunduğu bu rutin çark onu mutlu etmiyor. Sevmediği bir işte yoğun bir tempoda çalışıyor ve kazandıklarını da modern yaşamın gerektirdiği güzel ihtiyaçları satın almak için harcıyor. Aslında henüz sıkıntısının kaynağının tam olarak farkında değil. Bu sıkıntısı, onda uykusuzluk yapıyor. Geceleri uyuyamıyor. Bu nedenle doktora gidiyor. Doktor ilacın çare etmediğini öğrenince, acı çeken insanların terapilerine gitmesini tavsiye ediyor.

Jack (Edward Norton) söylendiği gibi ölmek üzere olan (kanser vb. ölümcül hastalığı olan) insanların terapilerine katılıyor. Bu terapilerde; acı çeken insanlar, duygularını birbirlerine anlatarak rahatlıyorlar. Jack de sanki o ölümcül hastalığa yakalanmış gibi bu terapilere katılıyor ve bu terpilerde huzur buluyor ve artık geceleri uyuyabiliyor.

Hayatın anlamını veya anlamsızlığını hepimiz zaman zaman sorgularız. Bu sorgulamada en önemli konulardan biri de ÖLÜM’dür. Ölümü düşünmeden hayatın anlamını ve değerini sorgulamamız neredeyse imkansız. Gündüz Vassaf’ın “Cehenneme Övgü” adlı o harika kitaptaki denemelerden birinde şu tespiti yapar: “Sürekli bir ölüm unutkanlığı içindeyiz. Ölümü hatırlatacak her şeyi kendimizden uzaklaştırıyoruz. Mesela mezarları mümkün olduğu kadar yaşam alanımızın dışına çıkarıyoruz” Ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir insanın hislerini ve duygularını düşünün. Ölümü ve hastalığını unutması mümkün müdür ? Bunları düşününce insan sadece “Sağlıklı” olmanın bile ne büyük nimet olduğunu anlıyor.

Baş kahramınımız Jack (Edward Norton) de bir şekilde bu ölümcül hastalığa yakalanmış bu insanların terapilerinde bir süre huzur buluyor. Ta ki Marla (Helena Bonham Carter) gelene kadar. Bir gün Jack, başka bir bayanın da (filmdeki Marla karakteri) aynı Jack gibi hasta olmadığı halde numara yaparak bu terapilere katılmaya başladığını farkediyor.

Marla, dağınık saçları, paspal giyimi, her hali ve hareketiyle uç bir karakter. Mesela çok yoğun trafiğin olduğu bir yolda, hiç sağına soluna bakmadan gayet umarsızca yürüyebiliyor. Yani ölümden korkmuyor ve demek ki kaybedek hiçbir şeyi yok.

Jack, bir iş seyahati sırasında uçakta yanında oturan Tyler Durden (Brad Pitt) ile tanışıyor. Tyler Durden; kuraldışı, sıradışı, asi, ele avuca sığmayan, biraz anarşist bir karakter. Bunu filmin başında öğrenmeye başlıyoruz.

Bazen garsonluk yapıyor, bazen film makinisti oluyor, bazen de evinde sabun üretip satıyor. Ancak tüm bu yaptığı işlerde rahat durmuyor ve ortalığı karıştırıyor. Mesela çok lüks bir restoranda garsonluk yaparken, çorbanın içine kimse görmeden biraz işeyip öyle ikram ediyor. Filmin tamamını izledikten sonra “Sanki bizi sömürenlerden intikam almak ister gibi“ bir tavır olduğunu anlıyoruz bunun. Mesela film makinisti iken, ailecek izlenen bir filmin aralarına gözün tam olarak algılayamayacağı kadar kısa süreli olan porno sahneler koyuyor. Sanki bizi uyutan sabun köpüğü filmlerden, sarsılıp kendimize gelmemizi ister gibi.

Jack, Tyler Durden’la tanıştıktan sonraki iş seyahatlerinden birinden dönüşünde; bir bakıyor ki lüks bir gökdelende bulunan dairesi, içindeki tüm o lüks mobilya ve eşyalarla birlikte tamamen yanmış. Arayacak kimsesi yok. Birkaç kişiyi denedikten sonra en sonunda, geçen gün uçakta tanıştığı adamın (Tyler Durden) kartını çıkarıyor ve onu arıyor. Burada Jack’in arayacak pek kimsesi olmaması da manidar geliyor bana. Jack, uçak seyahatlerini yaparken, herşeyin nasıl tek kişilik ve tek seferlik hazırlandığını düşünür. Tek seferlik ambalajlanmış şeker, tek seferlik çay, tek bir tane ambalajlanmış kürdan vs...Tyler Durden’la tanıştığında da uçaktaki arkadaşlıkların bile tek seferlik olduğunu düşünüyor. Ancak evi yandığında da arayabileceği son kişi, yine o tek seferlik arkadaşı oluyor.

Bu “Tek seferlik” göndermesi ve yalnızlık vurgusu, içinde yaşadığımız sistemin bizi nasıl birbirimizden kopuk, duygusuz ve bağımsız bireyler haline getirdiğini düşündürtüyor. Sistemin işlemesi için çok fazla duyguya gerek yok. Sistemin işlemesi için; çalışalım ve tüketelim.

Jack, Tyler Durden’la bir barda buluşup bira içiyorlar. Burada Tyler Durden belki de tüm filmin felsefesini ve belkemiğini oluşturan analizleri yapıyor:
“Sahip olduğun herşey, sonunda sana sahip olur”
Tüm sahip olduklarımızın aslıda özgürlüğümüzü elimizden alıp, bizi hapsettiğini söylüyor. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insan gerçekten özgürdür.

“ Kim olduğun; ne iş yaptığın, kaç paran olduğu veya cüzdanının ne kadar dolu olduğu ile ilgili değildir.”
Başarı kriterlerimiz ve kimliğimizin en önemli parçası her zaman işimiz ve sahip olduğumuz maddi zenginliğimiz olmuştur. Bu anlayışa da çok sıkı bir eleştiri var bu sözlerde. Mülkiyeti reddeden anarşist anlayışın bir benzerini Tyler Durden’in repliklerinden dinleriz. Hani neredeyse anarşizmin meşhur sloganı olan “Mülkiyet hırsızlıktır.” demektedir Tyler Durden.

Tyler Durden, bar çıkışı Jack’den kendisine vurmasını istiyor. Jack önce reddediyor, sonra ısrar üzerine vuruyor. Tyler Durden da ona vuruyor. Sonra kavga etmey başlıyorlar. Kavga sonrası ağızları, burunları kanamış şekilde ama sanki bütün dertlerini, üzüntülerini, acılarını ve can sıkıntılarını bu kavga ile birlikte atmış ve şimdi iki arkadaş olarak rahatlamış bir şekilde yan yan oturup biralarını içiyorlar. İşte Dövüş Kulübü böyle başlıyor. Zamanla bir çok insan bu kulübe katılıyor ve dövüşerek rahatlıyorlar.

Bu çarklar arasında sıkışıp kalmış, ne yapacağını bilemeyen bunalmış insanlar, belki de sisteme olan öfkelerini ve nefretlerini birbirlerine uyguladıkları bu şiddetle dışa vuruyorlar. Tyler Durden’ın filmin belli bölümlerde yaptığı yorumlardan anlıyoruz ki bu insanlar ezilen insanlar, diptekiler, benzin pompacıları, garsonlar, ahçılar, şoförler vs... Belki de bu insanlar içinde bulunduğu metropolde ve iş yerlerinde kendini önemsiz, değersiz ve küçük hissediyorlar. Belki de kendilerinden çalınan yaşamlarının hıncını almak istiyorlar. Yapılan bu dövüş, bir başkaldırının ilk işareti gibi.

Tyler Durden filmin bir yerinde “Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, ihtiyacımız olmayan şeyler satın alıyoruz.” diyor. Filmin başka bir sahnesinde, Tyler Durden, markette çalışan bir gencin başına silah dayayıp “Ne olmak istiyordun ?” diye soruyor. Genç, “veteriner” diyor. Tyler Durden, gencin cüzdanın kimliğini çıkarıyor ve “Kimliğin ve adres dahil tüm bilgilerin bende. Eğer 5 gün içinde veteriner olmak için harekete geçmiş olmazsan, gelip kafanı uçururum.” deyip genci serbest bırakıyor. Tüm bu olanları Jack korku ve şaşkınlık içinde izliyor. Tyler Durden, Jack’e dönüp, “Yarın, bu gencin en mutlu günü olacak.” diyor. Filmin bu sahnesi; hepimizi düşündürtecek çok önemli ve çarpıcı bir sahne bence. Birçok insan, içinde yaşadığımız bu sistemde bir çok sebepten dolayı gerçekten mutlu olacağı ve severek yapacağı işler ve meslekler yerine, iş bulma ihtimali yüksek ve parası çok olan işleri tercih etmektedir. Birçok insanın da bu tercih şansı bile olmayıp, hem en kötü, en pis işlerde çalışıp hem de en az maaşı almaktadır. Keşke hepimiz sevdiğimiz işlerde çalışabilsek.

Bir de filmin afişlerinde yer alan sabunun hikayesi var ki bence yine en sert göndermelerden birini oluşturuyor. Bu sistemden beslenip, ezilenleri sömürerek domuzlar gibi sürekli yiyip şişen, orası burası selülitlerle dolan zengin ve sosyete tayfası özel kliniklere gidip dünya kadar para bayılıp yağlarını aldırıyorlar. Tyler Durden ve ona eşlik eden Jack; bu kliniklerin tıbbi atık kutularından bu yağları gizlice alıp, evlerinde özel lüks birer sabun haline getiriyorlar. Bu sabunları da yine aynı tip insanlara büyük paralara satıyorlar. Bu sembolik döngü ve göndermeyi çok beğendim.

Filmin bir sahnesinde Tyler Durden’in elinin üstünü gösterir. Çok büyük bir yara vardır. Acıya dayanmanın öneminden bahseder ve Jack’i elinin üstüne de asit döker. Jack acılar içinde bağırıp elini çekmek ister, Tyler Durden elinden tutar ve ona engel olur, bir süre sonra da Jack’in elini bırakır. Bu sahne de çok etkileyicidir. Sanki hem fiziksel hem de ruhsal acıların bizi güçlendirdiğini söyler gibidir. Aynı Nietzsche’nin dediği gibi: “Beni öldürmeyen bütünü acılar, beni güçlendirir.”

Filmin birçok repliğinde ve sahnesinde, dünyadaki gelir dağılımdaki adaletsizliği hatırlıyorsunuz. Bir tarafta gelirlerin büyük çoğunluğunu alan, ezen, sömüren bir azınlık; diğer tarafta asıl işleri yapan, katma değeri bizzat yaratan insanlar; benzin pompacıları, garsonlar, ahçılar şoförler vs...Yani ezilen kesim, yani çalışan sınıf. Yani bence film pek dile getirmeden sınıfsal bir ayrıma da işaret ediyor. Filmin sonlarına doğru Tyler Durden kaçırdıkları bir siyasi lidere şunları söylüyor: “Sizin bütün işlerinizi biz yapıyoruz. Bizi yok etmeye çalışmayın.” Bu sınıf çatışmasını filmin belli sahnelerinde düşünüyorsunuz. Mesela, Tyler Durden ilk kez “Kimi dövmek isterdin” sorusuna Jack “Patronum” diyor. Patrona olan öfkenin ilk işaretini burada görüyoruz. Patron elinde Dövüş Kulübü kurallarınınn yazılı bulunduğu kağıdı bulup, Jack’e göstererek, “Sen patron olsan ve yazıcıda çalışanına ait böyle bir kağıt bulsan, ne yapardın?” diye sorduğunda; . Jack’in “Ben olsam, o kişiden uzak dururdum. Bunları yazan insan tehlikeli olabilir” diyerek patronu tehdit etmesi de patrona olan duyguları ile ilgili çok şey söylüyor.

Tyler Durden dövüşen bu insanları örgütlemeye karar veriyor. Ancak biz bu kararı film ilerledikçe anlıyoruz. Kendisine inanan gençler, Tyler Durden’la aynı evde yaşayıp onun kulübünün bir üyesi olmak için evin kapısının önünde günlerce aç, susuz bekliyorlar.Tyler Durden ve Jack “Boşuna beklemeyin, alınmayacaksınız.” diyor, her birine bir bahane buluyor ve onları aşağılıyor. İnançlı ve dirençli olan gençler eve (ve örgüte) girmeyi başarmış oluyor. Ancak tüm bu disiplin ve otorite aynı askerlikte olduğu gibi katı ve tavizsiz. Mesela yine aynı askerlikte olduğu gibi; eve girmeyi başarmış bir genç, kedisinin aşağılanması gibi, o da dışarıda sırada bekleyen gençleri azarlıyor. Birlikte yürütükleri projeye KAOS projesi adını veriyorlar. Bu projenin ilk kuralı “Soru sormamak”. Askerlik yapan herkes bilir ki orada da ilk bunu öğretirler. Yani soru sormayacaksın, sorgulamayacaksın, araştırmayacaksın, merak etmeyeceksin, düşünmeyeceksin. Sadece verilen emri yerine getireceksin. Tüm dikta rejimleri de hep bu sistemi kurmaya çalışmışlardır. Çok faşistçe bir yaklaşım ama tüm ordularda, tüm terör örgütlerinde ve hatta az önce söyledğim gibi birçok otoriter rejimde bu durum böyledir. KAOS projesinde yer alanların isimleri yoktur, diyorlar. Yani bir anlamda bu proje için hepimiz eşit piyonlarız, demiş oluyorlar Bir eylemde aralarından biri öldüğünde Jack tepki gösteriyor, bu eylemlerin derhal durmasını istiyor. Tyler Durden “Omlet yaparken bile birkaç yumurta kırmak zorundasın” diyerek ulvi amaçlar için birtakım insanların feda edilmesi gerektiği tezini savunur. Gerçekten tarihte de malesef hep böyle olmuştur.Tarihte adı geçen büyük komutanların, siyasetçilerin ve yöntecilerin başarılarından bahsederken; kaç insanın ölmesine sebep oldukları genellikle sorgulanmaz. Tarih kitaplarında savaşa katılan orduların büyüklüğünden bahsedilir ama ölen insan sayısı çoğu zaman söylenmez. En barışçıl siyasetçi veya komutan bile birtakım çıkarlar için insanlarına ölmeyi emredebilir ama acaba bundan vicdanen rahatsız olur mu?

Filmin en sonunda, filmin harika kurgusu olarak görüyoruz ki Tyler Durden, aslında filmin baş karakteri Jack ile aynı kişi imiş. Yani Jack, kendisini ezen, gün geçtikçe benliğini yok eden, bunaltan bu sisteme karşı kafasında hep olmak istediği Tyler Durden karaketerini yaratmış. Bütün film boyunce Tyler Durden’in yaptıklarını, aslında Jack yapmış. Bunu ilk anladığınız anda tokat yemiş gibi oluyorsunuz. Film boyunca iki ayrı kişi olarak izlediğiniz, bu kadar farklı iki karakterin aynı kişi olması çok çarpıcı geliyor. Sırf bu nedenle bile, yani Tyler Durden’in Jack olduğunu bilerek, filmi ikinci kez izleme ayrı bir keyif veriyor.Tyler Durden’in aslında Jack olduğunu öğrendikten sonra Marla ile ilişkisini de daha iyi anlıyosunuz. Çünkü Tyler Durden film boyunca Marla ile sevişiyor. Jack ise hep mesafeli ve cool davranıyor. Bu nedenle Marla, Jack’le konuşurken hep bir şaşkınlık içinde oluyor.

Jack, kafasında yarattığı Tyler Durden karakteri ile sisteme başkaldırıyor. Ancak Tyler Durden karakterinin yaptıkları, zamanla kontrolden çıkıyor ve Jack bile önleyemiyor bunları.

Filmin en sonunda, bütün kredi kartları merkezleri (12 ayrı gökdelen) dinamtilerle havaya uçuruluyor. Gökdelenlerin aynı anda yıkılışını görüyoruz. Bu film 1999 yapımı bir film. Ancak bu sahne; 11 Eylül 2001’de yaşadığımız New York’ta ikiz kuelerin yıkılışına çok benzemektedir. Filmde tüm kredi kartları merkezlerinin tamamen ortadan kaldırılmasındaki amacın, tüm borç sistemini oluşturan kayıtların yok olması ve sıfırlanması olduğu söylenir. Yani bir anlamda en başa dönülecek ve eşitsizlik biraz azalacak. Ancak bu binalar bombalanırken, binaların boş olduğu ve kimsenin ölmeyeceğininin garanti altına alındığı vurgulanıyor. Yani bildiğimiz anlamda insanların ölümünü hedefleyen tarzda terörist eylemlerden değil.

Tyler Durden’i yok edemeyeceğini anlayan filmin ana karakteri Jack, en sonunda kendini vurur ve film biter.

Bu bombalama olayları, bana biraz da “Unabomber” lakaplı adamı hatırlattı. 17 yıl boyunca teknolojinin değişik merkezlerine bomba gönderen bir adam, en sonunda 1995 yılında Amerika’nın en büyük gazetelerine birer manifesto gönderip; yayımlanmazsa eylemlerinin devam edeceğini bildirmiştir ve bu gazetelerde uzun manifestosu yayımlanmıştır. Kardeşinin ihbarı ile bir dağ evinde 1998 yılında yakalanan “Unabomber” lakaplı kişinin Harvard Üniversitesi’nin eski matematik profesörlerinden Theodore Kaczynski olduğu ortaya çıkmıştır. Kaczynski , teknolojinin insanlığının sonuna getireceğini düşünür ve teknolojiden uzak bir yaşama çekilip, 17 yıl boyunca teknoloji karşıtı eylemler ve bombalamalar yapmaya başlar.